Bu sözün anlamını yıllar önce okuduğum bu anıyı okudukta sonra daha iyi kavrayacaksınız..
1960’lı yıllardı ve ben, dört çocuğumla birlikte yaşayan, bekâr bir anneydim. Eşim alkolikti ve elimizdeki her şeyi kumarda kaybettikten sonra onu terk etmeye karar vermiştim. Biz giderken, “Çocuklar ne olduğunu anlamayacak bile ama ben senin sefalet içinde, iğrenç evlerde yaşadığını bilip mutlu olacağım. En büyük dileğim bu,” demişti. O an bunları normal bir kafayla söylemediğini bilsem de o sözlerini asla unutmadım. Bu iğrenç dileğinin gerçekleşmemesi için kararlıydım. Neyse ki şansıma, çocuklar okuldan gelene kadar yarı zamanlı olarak çalışabileceğim bir şirkette sekreterlik işi buldum. Tek gelirimin bu olduğunu ve çocuklarımın iyi bir mahallede büyümesi için elimden geleni yaptığımı bilmenizi isterim. Çocuklarım ikinci el kıyafetler ya da birbirlerinin küçülmüşlerini giyseler de başlarının üzerinde onları sıcak tutacak bir çatıları ve karınlarını doyuracak güzel yemekleri her zaman vardı. Sadece belli başlı şeyleri alabildiğim için ekstra olarak evde meyve, dondurma ve ev yapımı kek bulunmasına özen gösterdim. Cips, kola ya da abur cubura paramız yetmiyordu ki bu onlar için iyi bir şeydi.
Her şeyimiz kısıtlı olduğu için çocuklarıma ellerindekilerin değerini bilmeyi ve başkalarının eşyalarına saygı göstermeyi öğrettim. Cüzdanım da yaklaşılması yasak bölgelerin başında geliyordu çünkü en ufak şeyi bile düşünmeli, gereksiz tüm harcamalardan kaçınmalıydım.
O zamanlar on iki yaşında olan oğlum Tom, mahalleye gazete dağıtarak eve ufak da olsa bir yardımda bulunuyordu. On bir yaşındaki kardeşi Ricky de ona yardım ediyordu. Haftanın yedi günü dağıtım yapıyorlardı ve tüm sorumlulukları (paranın dağılımı ve birikimi) birlikte üstleniyorlardı. Cüzdanıma dokunmaları yasak olduğu için para harcayabildikleri tek özgürlük alanları buydu. Bazen çok kar yağdığında, yaşlı komşularımız oğullarımdan yollarını açmalarını rica eder, karşılığında cep harçlığı verirlerdi. Oğullarım herhangi bir sebepten müsait olmadıklarında kızım Amanda, onların yerine kendisini göndermem için bana yalvarırdı.. O günlerden birinde kızım Amanda’yı komşumuza gönderdiğimde yaşlı kadın çok heyecanlanmış ve eşine, “Hayatım, bak bu sefer çok sevimli bir kız çocuğu geldi,” diye seslenmişti. En küçük çocuğum George ise büyükbabasını parka götürüp eve getirmekten sorumluydu. Babam yakın zaman önce felç geçirmişti ve doktor, her gün kısa mesafe de olsa yürüyüş yapması gerektiğini söylemişti. George da okuldan çıkar çıkmaz büyükbabasının, evimize oldukça yakın olan evine gider, o gün okulda yaptığı resmi hediye eder ve beraber yürüyüş yapmak için onu zorla evden çıkarırdı.
Çocukların, öğle yemeklerini okuldan almalarına da gücüm yetmediği için onlara her sabah erkenden kalkıp birer sandviç hazırlıyordum ve toptan aldığım meyve sularıyla birlikte çantalarına koyuyordum. İşe kimi zaman tek bir telefon cevaplayıp sadece 10 sent kazanmak için gitsem de iyi bir mahallede oturduğumuz ve çocuklarım iyi bir eğitim aldıkları için mutluydum. Üstelik sağlıklı ve de huzurluyduk.
Paranın önemli bir mesele olduğunun farkında olduklarını bilsem de çocuklarımın para konusunda endişelenmeden büyüdüğünü düşünüyordum. Yaşadığımız koşullara göre, cüzdanımda her zaman kaç para olduğunu tam olarak bili- vordum çünkü o dönemlerde ödeme yöntemi sadece nakitti, kredi kartları ve doğal olarak ek limitler de yoktu.
Ve sonra bir gün, cüzdanımda tek bir sent bile olmadığını bildiğim hâlde, bir mucize olmasını umarak cüzdanımı açtığımda, mucizenin tam karşımda olduğunu gördüm. Dört dolar, karşımda öylece duruyordu. Nasıl olmuştu da dört dolarım olduğunu unutmuştum? Herhalde yoğun bir hafta geçirmiş olmalıydım. Ancak bu olay bir kez daha tekrarlanınca ne yapacağımı şaşırmıştım. Ta ki çocuklarımın, cüzdanımın olduğu çekmecenin yakınlarında dolaştığını fark edene kadar. Onlara belli etmeden ne yaptıklarını izledim ve dört küçük meleğin, kendi emekleriyle kazandıkları paralardan ayırıp cüzdanıma koyduklarını gördüğümde yaşadıklarımı hâlâ daha tarif edemem. Ertesi gün cüzdanımda para bulduğumu ama nereden geldiğini bilmediğimi söylediğimde hiçbiri bir şey söylemedi. O an, tıpkı onların yaptığı gizli iyiliği sır olarak saklamam gibi onların da sırlarını saklamasını takdir ettim.
Bazen onlara daha fazlasını veremediğim için üzülüp içten içe pişmanlık duysam da bugün kendilerine güvenen, hayatın zorluklarına karşı dimdik ayakta durabilen, tutumlu ve kıymet bilen birer yetişkin oldukları için çok mutluyum. Onlara her baktığımda, hayatın her zorluğunun ardında mutlaka bir ödül yattığını hatırlıyor, önemli olanın bu ödüllerin farkına varmak olduğunu bir kez daha görüyorum.